28 Aralık 2019 Cumartesi

Dönüşüm


Mehmet Onur bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında kendisinin yatakta yirmi beş yaşında bir işsiz olduğunun keskin şekilde farkına vardı. Zırh gibi sertleşmiş sırtının üstünde yatmaktaydı. Başını biraz kaldırdığında kubbe gibi şişmiş kafasının tüm vücudunu etkileyecek kadar geceden kaldığının farkına varmasına neden olmuşdu. Karnının tepesindeki battaniyesi neredeyse tümüyle yere kaymak üzereydi ve tutunacak bir yeri kalmamıştı. Gövdesinin çapıyla karşılaştırıldığında yeterli ancak yatak olarak kullandığı cılız bir kanepede çaresizlik içerisinde odasına bakmaktaydı.

‘Ne olmuştu bana böyle’ diye düşündü. Gördüğü düş değildi. Birazcık küçük, ama normal, yani içinde insanlar yaşasın diye ezbere bildiği odası, dört duvarın arasında eskiden nasılsa şimdi de öyleydi. Üstünde dağınık olmayan bir şekilde duran kitapların olduğu çalışma masasında, güzel bir çerçeveye yerleştirilmiş kısa bir süre önce aldığı dergiden her sayısında olduğu gibi suluboya ile yapılmış olan küçük bir portre durmaktaydı.

Mehmet, iki on yılı kapsayan eğitim sürecini başarılı sayılamayacak bir lisans sonrası ülkesel bir eğitim enflasyonu ile de yüksek lisansıyla bitirmeye çalışan bir öğrenciydi. Gerçi öğrenci demek de pek doğru olmazdı. İş sonrası akşam yatmadan önce aydın post-GDO’cu kesimin kitap okumasından kendisini bu anlamda farklılaştıran şey resmi statüsünün olmasıydı...Hem talihsizdi, gerçi hem de değildi. Post-milenyumu yaşayan, geç-milenyum kuşağın retrosu içinde kimlik ve pratik bulanım geçiren, arada kalmış, çoğunlukla ittirilmiş bir Gen YZ modelinin klasik bir örneğiydi. Y kuşağı nostaljisi içerisinde kendisini güç-bela söylemsel olarak dahil eden ancak o kuşağın pratiksel dönemini yaşamamış, Z kuşağı içine gömülü, kendisini tanımlayan bu ismin daha yeni icat edildiği son çeyrek bölü dört yılı içinde dışarıda kalmadan paçasını kurtarmayı hayal eden bir gençti. Az-buz gitmemiş ancak iz bilmeden, dil öğrenmeden ilerlemiş, nostaljik olanı övmüş, karşıdan geleni ise görmekten kaçınmıştır. Bu yüzden de kitapçıları sever, pdf okumaktan uzak durur, word bilir, excell bilmez. Tesadüflere inanmaz ancak şansının da yaver gideceğini düşünür. Çok okur, az öğrenir. Okumada herşeycidir ve spesifik olana girememiştir. Bu anlamda Sokratesçidir; işin sonunda tek bildiği hiçbir şey öyrenemediğidir.

Bu klasik Amerikan filmi girişi, Mehmet’i diğer günlerden farklı kılacak olan bu sabahki uyanışının ön anlatımı olarak sunulmuştur. Tez önerisini sunmuş Mehmet, onu yola bağımlı kılacak olan uzun, depresif belki de anlamsız olan sürece girmeden önce bir karar vermeliydi. Yazmak ya da yazmamak…Yazmamanın dayanılmaz hafifliği veya başka bir yola girmenin dayanılmaz yorgunluğu.

Mehmet daha sonra bakışlarını pencereye yöneltti ve kasvetli hava yüzünden -yağmur damlaları pencerenin pervazına çarptığı duyuluyordu- içini büyük hüzün kapladı. ‘Biraz daha uyusam bütün bu saçmalıkları unutsam, nasıl olur,’ diye düşündü.  Gelgelelim bunu gerçekleştirebilmesi bütünüyle olanaksızdı, çünkü uzun zamandır sadece yorgunken uyuyabiliyordu ve kaygı verici düşünceler uykuya geçmesine izin vermiyordu. Başarmayı belki de yüz kez denedi, yüzünü kanepenin yan tarafına çevirerek gözünü kapatmaya çalıştı ancak yan tarafında o ana değin yabancısı olduğu hafif, derinden gelen bir acı duymaya başladıktan sonradır ki, çabalamayı kesti.  

‘Aman Allahım’ diye düşündü, ‘ne kadar yorucu bir uğraş seçmişim meğer’. Günlerim hep yolculuk etmekle geçiyor. İşin bu yanı, asıl masabaşı işlere oranla çok daha yıpratıcı, üstelik yolculuğumun benim için bir de çeşitli şeylerin peşinden koşmak, düzensiz ve kötü yemeklere yargılı olmak, insanlarla sürekli değişen, asla süreklilik kazanamayan, hep içtenlikten uzak ilişkiler kurma durumu gibi sıkıntıları da var. Şeytan alsın bütün bunları!

Bu çok çalışma durumu yok mu, insanı yalnız, kendi başına bir aptala çeviriyor. İnsanın hayatını kazanması gerekir. Başkaları harem kadınları gibi yaşıyorlar. Örneğin ben okumalarımı yapmak için erkenden kalkıp saatlerce çalışmaya başladığımda diğerleri daha öğlen kahvaltılarını yapıyorlar...İyi de yazamıyorum gerçi ancak çok çalışıyorum. Belki de tümden bırakmalı. Öte yandan henüz tüm umutlarımı yitirmiş olduğum da söylenemez. Bir şans…

Mesaiye kalıp ücret almamak, tarih okuyup grafik tasarım yapmak...Hele geçenlerde lisanstayken tanıdığım çocuğu gördüm, programlama öğreniyormuş. Sen felsefe mezunu değil misin, filozof olman gerekmiyor muydu?! Çok bilmek önemli değildi, ne bildiğin gerekliydi, farkına varmamıştık. Galiba. Kimi kandırıyorum ki...Ancak şu tezi de yazmak gerekir. Başarının nerede kazanıldığı önemli değil ki, başarı-başarıdır. Kendini kandırma Mehmet, başarının ne olduğu önemli değil, ne getireceği önemlidir. Yazmaktan kim kazanmış.

İşe girmeli ancak hiç hazır değilim ki. Bir kütüphane olablirdi gerçi, ama şehirde tek bir kütüphane var, onun da kütüphanecileri kendini Tanrıya adamış rahibeler gibi monastırlarını terk etmek  istemiyorlar. Hepsi kadın değil ama hepsi yaşlı. Ne tesadüf. Gerçi, şu sıralar geniş ilişkiler ağı olmadan iş bulmak mümkün değil. Aşk için olan kuram, iş için gerekli olan ilişkiler ağı için de geçerliydi. Aşk olduğun yerdedir, arayarak bulunmaz, ne de tesadüfi karşına çıkar. ‘Kimler kimlere aşık’ dediğin şey, şu değil mi zaten; ‘sen orada değilsin ki! O alanda değildin. Şimdi bağdaştırabiliyorum; geçenlerde bir yayın evi kendisi ile yapılan röportajda demiyormuydu zaten ‘bizde çalışmaya başlayanlar genelde buraya gelip-giden çocuklar’ diye...Yine küçük düşünüyorsun. Hangi çağda yaşıyorsun!

Eski kuşak bir çok mesleği yapabiliyordu. Ac kalmazdı. Bizden önceki kuşakdan bir çoğu ise iş buldular. Yaşları ile teknolojik ilerleme arasında düz bir ilişki vardı, bu yüzden de çok zorlanmadılar diye düşünüyorum. Bizimki gibi bu kadar yatay-geniş bir alanda yayılmadı ki. İki yaş daha büyük olsam iş bulurdum mutlaka. Evet-evet bulurdum. Belki de beş yaş.

Neler düşünüyorum...Yazmalı mı yazmamalı mı. Bir yazarın dediğini hatırlıyorum; ‘insan can sıkıcı bir saç demetidir, ben de akılsız bir rob..’ Robot mu? Aklıma ilk gelen alıntı bu mu olmalıydı. Allahım aklıma mukayet ol. Şu romanda teknoloji geçmiyordu sanki...Ayağa kalktı, kitaplıktakı romanı buldu ve altı çizili yerleri yeniden okumak için tesadüfi sayfaları açmaya başladı. İlk sayfada neyi görmeyi umut ederdiniz, sayın seyirciler? Ben biraz daha korkuya düşürmek için yıllar önce romana not ettiği şu cümleyle karşılaşmasını isterdim; ‘Python öğrennnnn...’ Ne? Yok-yok, kitabı açar ve şu satırlarla karşı-karşıya kalır:

‘Bugüne kadar söylediğim her sözü geri alıyorum. Konuşmayı da bir unuta bilsem. Yeni bir dünya var anlıyor musun, Olric? Her şeyi geride bırakmak gerekiyor. Bir sabah kalkacaksın, ardına bakmadan.

Gen YZ kuşağının klasik bir örneği olan Mehmet’in bundan sonraki durumunu ben de bilmiyorum. Zira hangi burçdan olduğuna da karar vermemiştim. Mehmet’i uzaya da uçurabilirim, asgari ücretli bir işe de sokabilirim, ya da bu endişeli durumunu geçici kılıp, doktoraya da başlatabilirm. Ülkede Mehmet’e empati kuracak onlarca öğrencilerden biriyiz. O zaman bu senaryonun gerisi size ait. Peki, sizce yazmalı mı, yazmamalı mı?

Not: Bu küçük yazı Can Yayınları'ndan çıkan Kafka’nın Dönüşüm romanından uyarlanmıştır. Yazıdakı üç paragraf romanın ilk üç sayfasından birebir alınmakla birlikte bazı yerleri konuya uygun olarak yeniden yorumlanmıştır.                                     

Ayrıca bkz. ''Böceğe dönüşmek: Kafka'nın Gregor Samsa'sı ve büyük eseri Dönüşüm''
 https://www.youtube.com/watch?v=eu-iTOuo940&feature=youtu.be