Mehmet Onur
bir sabah bunaltıcı düşlerden
uyandığında kendisinin yatakta yirmi beş yaşında bir işsiz olduğunun keskin
şekilde farkına vardı. Zırh gibi sertleşmiş sırtının üstünde yatmaktaydı. Başını
biraz kaldırdığında kubbe gibi şişmiş kafasının tüm vücudunu etkileyecek kadar
geceden kaldığının farkına varmasına neden olmuşdu. Karnının tepesindeki battaniyesi
neredeyse tümüyle yere kaymak üzereydi ve tutunacak bir yeri kalmamıştı.
Gövdesinin çapıyla karşılaştırıldığında yeterli ancak yatak olarak kullandığı
cılız bir kanepede çaresizlik içerisinde odasına bakmaktaydı.
‘Ne olmuştu
bana böyle’ diye düşündü. Gördüğü düş değildi. Birazcık küçük, ama normal, yani
içinde insanlar yaşasın diye ezbere bildiği odası, dört duvarın arasında eskiden
nasılsa şimdi de öyleydi. Üstünde dağınık olmayan bir şekilde duran kitapların
olduğu çalışma masasında, güzel bir çerçeveye yerleştirilmiş kısa bir süre önce
aldığı dergiden her sayısında olduğu gibi suluboya ile yapılmış olan küçük bir portre
durmaktaydı.
Mehmet,
iki on yılı kapsayan eğitim sürecini başarılı sayılamayacak bir lisans sonrası
ülkesel bir eğitim enflasyonu ile de yüksek lisansıyla bitirmeye çalışan bir öğrenciydi.
Gerçi öğrenci demek de pek doğru olmazdı. İş sonrası akşam yatmadan önce aydın
post-GDO’cu kesimin kitap okumasından kendisini bu anlamda farklılaştıran şey
resmi statüsünün olmasıydı...Hem talihsizdi, gerçi hem de değildi. Post-milenyumu
yaşayan, geç-milenyum kuşağın retrosu içinde kimlik ve pratik bulanım geçiren,
arada kalmış, çoğunlukla ittirilmiş bir Gen YZ modelinin klasik bir
örneğiydi. Y kuşağı nostaljisi içerisinde kendisini güç-bela söylemsel olarak
dahil eden ancak o kuşağın pratiksel dönemini yaşamamış, Z kuşağı içine gömülü,
kendisini tanımlayan bu ismin daha yeni icat edildiği son çeyrek bölü dört yılı
içinde dışarıda kalmadan paçasını kurtarmayı hayal eden bir gençti. Az-buz
gitmemiş ancak iz bilmeden, dil öğrenmeden ilerlemiş, nostaljik olanı övmüş, karşıdan
geleni ise görmekten kaçınmıştır. Bu yüzden de kitapçıları sever, pdf okumaktan
uzak durur, word bilir, excell bilmez. Tesadüflere inanmaz ancak şansının da
yaver gideceğini düşünür. Çok okur, az öğrenir. Okumada herşeycidir ve
spesifik olana girememiştir. Bu anlamda Sokratesçidir; işin sonunda tek bildiği
hiçbir şey öyrenemediğidir.
Bu klasik Amerikan filmi girişi, Mehmet’i diğer günlerden farklı kılacak olan bu
sabahki uyanışının ön anlatımı olarak sunulmuştur. Tez önerisini sunmuş Mehmet,
onu yola bağımlı kılacak olan uzun, depresif belki de anlamsız olan sürece
girmeden önce bir karar vermeliydi. Yazmak ya da yazmamak…Yazmamanın dayanılmaz
hafifliği veya başka bir yola girmenin dayanılmaz yorgunluğu.
Mehmet daha sonra bakışlarını pencereye yöneltti ve kasvetli hava yüzünden
-yağmur damlaları pencerenin pervazına çarptığı duyuluyordu- içini büyük hüzün
kapladı. ‘Biraz daha uyusam bütün bu saçmalıkları unutsam, nasıl olur,’ diye düşündü.
Gelgelelim bunu gerçekleştirebilmesi
bütünüyle olanaksızdı, çünkü uzun zamandır sadece yorgunken uyuyabiliyordu ve
kaygı verici düşünceler uykuya geçmesine izin vermiyordu. Başarmayı belki de
yüz kez denedi, yüzünü kanepenin yan tarafına çevirerek gözünü kapatmaya
çalıştı ancak yan tarafında o ana değin yabancısı olduğu hafif, derinden gelen
bir acı duymaya başladıktan sonradır ki, çabalamayı kesti.
‘Aman Allahım’
diye düşündü, ‘ne kadar yorucu bir uğraş seçmişim meğer’. Günlerim hep yolculuk
etmekle geçiyor. İşin bu yanı, asıl masabaşı işlere oranla çok daha yıpratıcı,
üstelik yolculuğumun benim için bir de çeşitli şeylerin peşinden koşmak,
düzensiz ve kötü yemeklere yargılı olmak, insanlarla sürekli değişen, asla
süreklilik kazanamayan, hep içtenlikten uzak ilişkiler kurma durumu gibi
sıkıntıları da var. Şeytan alsın bütün bunları!’
‘Bu çok çalışma durumu yok mu, insanı yalnız, kendi
başına bir aptala çeviriyor. İnsanın hayatını kazanması gerekir. Başkaları
harem kadınları gibi yaşıyorlar. Örneğin ben okumalarımı yapmak için erkenden kalkıp
saatlerce çalışmaya başladığımda diğerleri daha öğlen kahvaltılarını yapıyorlar...İyi
de yazamıyorum gerçi ancak çok çalışıyorum. Belki de tümden bırakmalı. Öte
yandan henüz tüm umutlarımı yitirmiş olduğum da söylenemez. Bir şans…’
Mesaiye kalıp ücret almamak, tarih okuyup grafik tasarım
yapmak...Hele geçenlerde lisanstayken tanıdığım çocuğu gördüm, programlama
öğreniyormuş. Sen felsefe mezunu değil misin, filozof olman gerekmiyor muydu?! Çok bilmek önemli değildi, ne bildiğin gerekliydi, farkına
varmamıştık. Galiba. Kimi kandırıyorum ki...Ancak şu tezi de yazmak gerekir.
Başarının nerede kazanıldığı önemli değil ki, başarı-başarıdır. Kendini
kandırma Mehmet, başarının ne olduğu önemli değil, ne getireceği önemlidir.
Yazmaktan kim kazanmış.
İşe
girmeli ancak hiç hazır değilim ki. Bir kütüphane olablirdi gerçi, ama şehirde
tek bir kütüphane var, onun da kütüphanecileri kendini Tanrıya adamış rahibeler
gibi monastırlarını terk etmek istemiyorlar.
Hepsi kadın değil ama hepsi yaşlı. Ne tesadüf. Gerçi, şu sıralar geniş
ilişkiler ağı olmadan iş bulmak mümkün değil. Aşk için olan kuram,
iş için gerekli olan
ilişkiler ağı için de geçerliydi. Aşk olduğun yerdedir, arayarak bulunmaz, ne
de tesadüfi karşına çıkar. ‘Kimler kimlere aşık’ dediğin şey, şu değil mi zaten;
‘sen orada değilsin ki!’ O alanda değildin. Şimdi bağdaştırabiliyorum;
geçenlerde bir yayın evi kendisi ile yapılan röportajda demiyormuydu
zaten ‘bizde çalışmaya başlayanlar genelde buraya gelip-giden çocuklar’ diye...Yine
küçük düşünüyorsun. Hangi çağda yaşıyorsun!
Eski kuşak
bir çok mesleği yapabiliyordu. Ac kalmazdı. Bizden önceki kuşakdan bir çoğu ise
iş buldular. Yaşları ile teknolojik ilerleme arasında düz bir ilişki vardı, bu
yüzden de çok zorlanmadılar diye düşünüyorum. Bizimki gibi bu kadar yatay-geniş
bir alanda yayılmadı ki. İki yaş daha büyük olsam iş bulurdum mutlaka.
Evet-evet bulurdum. Belki de beş yaş.
Neler
düşünüyorum...Yazmalı mı yazmamalı mı. Bir yazarın dediğini hatırlıyorum; ‘insan
can sıkıcı bir saç demetidir, ben de akılsız bir rob..’ Robot mu? Aklıma ilk
gelen alıntı bu mu olmalıydı. Allahım aklıma mukayet ol. Şu romanda teknoloji
geçmiyordu sanki...Ayağa kalktı, kitaplıktakı romanı buldu ve altı çizili
yerleri yeniden okumak için tesadüfi sayfaları açmaya başladı. İlk sayfada neyi
görmeyi umut ederdiniz, sayın seyirciler? Ben
biraz daha korkuya düşürmek için yıllar önce romana not ettiği şu cümleyle karşılaşmasını
isterdim; ‘Python öğrennnnn...’ Ne? Yok-yok, kitabı açar ve şu satırlarla
karşı-karşıya kalır:
‘Bugüne kadar söylediğim
her sözü geri alıyorum. Konuşmayı da bir unuta bilsem. Yeni bir dünya var
anlıyor musun, Olric? Her şeyi geride bırakmak gerekiyor. Bir sabah kalkacaksın,
ardına bakmadan.
Gen
YZ kuşağının klasik
bir örneği olan Mehmet’in bundan sonraki durumunu ben de bilmiyorum. Zira hangi
burçdan olduğuna da karar vermemiştim. Mehmet’i uzaya da uçurabilirim, asgari ücretli bir
işe de sokabilirim, ya da bu endişeli durumunu geçici kılıp,
doktoraya da başlatabilirm. Ülkede Mehmet’e empati kuracak onlarca öğrencilerden
biriyiz. O zaman bu senaryonun gerisi size ait. Peki, sizce yazmalı mı, yazmamalı
mı?
Not:
Bu küçük yazı Can Yayınları'ndan
çıkan Kafka’nın Dönüşüm romanından uyarlanmıştır. Yazıdakı üç paragraf romanın ilk üç sayfasından birebir alınmakla birlikte bazı yerleri konuya uygun olarak yeniden yorumlanmıştır.
Ayrıca bkz. ''Böceğe dönüşmek: Kafka'nın Gregor Samsa'sı ve büyük eseri Dönüşüm''
https://www.youtube.com/watch?v=eu-iTOuo940&feature=youtu.be
Ayrıca bkz. ''Böceğe dönüşmek: Kafka'nın Gregor Samsa'sı ve büyük eseri Dönüşüm''
https://www.youtube.com/watch?v=eu-iTOuo940&feature=youtu.be
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder