26 Aralık 2025 Cuma

Profesör Van Doren Meselesi Üzerine - Hans Morgenthau (1959)

50 milyon insanın dinlediği yarışma programında 14 hafta boyunca soruları kendisine verilen bir profesörün suçu ortaya çıktıktan sonra kamuoyundakı tartışmalara yönelik Morgenthau'nun yayımladığı yazı.


Bir örnek: “Twenty-One” adlı bilgi yarışmasında (Van Doren) şu gibi soruları yanıtlıyordu: “Karadeniz, iki boğaz ve daha küçük bir deniz aracılığıyla Ege Denizi ile bağlantılıdır. (1) İki boğazın, (2) daha küçük denizin ve (3) Karadeniz’e kıyısı olan dört ülkenin adını söyleyin.” Tereddüt ederek, yüzünü buruşturarak, dudağını ısırarak, ses geçirmez cam kabinde kulaklıklarını düzelterek, alnındaki teri silerek, Bay Van Doren, görünüşte çok zorlu bir zihinsel mücadelenin ardından şu cevabı verdi: “Boğaziçi ve Çanakkale Boğazı. Marmara Denizi. Rusya, Türkiye, Romanya ve ... Bulgaristan.”

Gazete Başlığı: ''Bir başka profesöre göre, birçok Amerikalının bir profesörün hakikatten sapmasını mazur görme eğilimi, merhameti değil, toplumumuzun ahlaki körlüğünü açığa vuruyor.''

''Charles Van Doren vakasının olguları kayıtlara geçmiştir. Bu olgulardan daha önemli olan, ulusun onlara verdiği tepkidir. Bu tepki en ciddi kaygıyı doğurmakta ve en dikkatli çözümlemeyi hak etmektedir. Van Doren olayı, Amerika tarihinde iki anlamda büyük bir olaydır. Daha önce de bilinen, fakat belki hiçbir zaman bu denli çarpıcı biçimde açığa vurulmamış olan bazı Amerikan toplumu özelliklerini görünür kılmakta ve Amerikan toplumunun tam kalbine uzanan bir ahlaki sorunu gündeme getirmektedir. Amerika’nın Van Doren hakkında söylediklerinde, Amerika’nın kendi ahlaki dokusu açığa çıkmaktadır. Van Doren’ı yargılayarak Amerika, aslında kendisi hakkında hüküm vermektedir.

Bu, Tweed, Teapot Dome ya da Insull skandalları gibi bir siyasal ya da ticari yolsuzluk vakası değildir. Siyasal ve ticari alanlarda parasal yolsuzluk beklenmelidir. Zira bu alanların nihai değeri iktidardır ve servet iktidarın bir kaynağı olduğundan, parasal yolsuzluk olasılığı — belirli bir tarihsel dönemde fiili yolsuzluğun yaygınlığı az ya da çok olsun — bu alanların yapısına içkindir. Pek çok siyasetçi ve iş insanı yozlaşmıştır, bazıları ise yozlaşmazdır; fakat mesleklerinin doğası gereği hepsi yolsuzlukla iç içedir, ona dokunmasalar bile onunla karşılaşırlar. Siyasal ve ticari yolsuzluğa verilen kamusal tepki, yolsuzluğun kendisi kadar öngörülebilirdir. Bu olgunun aşinalığı, özellikle de birçok seyircinin erdemini yalnızca günaha girme fırsatı bulamadığı için koruduğu düşünüldüğünde, kayıtsızlığı besler. Kamuoyu ancak rezaletin büyüklüğü alışılmış sınırları aştığında öfkeye kapılır; yolsuzluk uygulamaları, örtük rüşvet gibi bazı suçlara kayıtsız kalan ama açık şantaj gibi diğerlerini mahkûm eden siyasal ve ticari törelere aykırı düştüğünde ya da karşı partiden veya rakip kesimden tanınmış bir figür suçüstü yakalandığında tepki yükselir. Siyasal ve ticari yolsuzluğun gündeme getirdiği ahlaki sorun, insanın yanılabilirliği sorunundan ibarettir. Umabileceğimiz ve çabalayabileceğimiz en iyi şey, bunun tezahürlerini sınırlamak ve yol açtığı kötülüğü hafifletmektir.

Van Doren vakası ise farklı ve çok daha derin bir sorun ortaya koymaktadır. Bu vaka, nihai değeri ne iktidar ne de servet olan, hakikatin esas değer olduğu bir alanda ortaya çıkmıştır. Profesör, hayatını “profes etmeye” adamış bir kişidir ve profes etmeye söz verdiği şey, kendi gördüğü biçimiyle hakikattir. Bir profesördeki yalancılık, profesörlüğün çağrısının bizzat özünü inkâr eden bir ahlaki kusurdur. Yalan söyleyen bir profesör, kamusal iyiyi özel çıkara feda eden bir siyasetçiye ya da hile yapan bir iş insanına benzemez. O, daha ziyade, iyileştirmeye yeminli olduğu hâlde sakatlayan ve öldüren bir hekime benzer. O, uyması gereken ahlaki kuralı yalnızca yozlaştıran biri değil, onu ortadan kaldıran kişidir.

Amerikan toplumunun tepkisi, işte bu eylemin doğası göz önünde bulundurularak yargılanmalıdır. Sorunla doğrudan yüzleşilmelidir. Şüpheci bir çekingenlikle ellerini yıkayan bir Pontius Pilatus’a burada yer yoktur. İşte bu nedenle, kamuoyunun kayda değer bir kesiminin tepkileri en büyük kaygıyı doğurmaktadır. Temsilciler Meclisi’ndeki dokuz üyenin tanıklığı dinlemesinin ardından, beşi Van Doren’a övgü dolu sözlerle hitap etmiş, onu “takdir etmiş”, “övmüş” ve kendisine “şükranlarını” sunmuştur. İki Kongre üyesi, Columbia Üniversitesi ve National Broadcasting Company’deki görevlerinden alınmaması umudunu dile getirmiş; komite başkanı ise onun için “büyük bir gelecek” öngören bir nutuk atmıştır. Komite üyelerinden yalnızca biri meslektaşlarının övgülerine açıkça karşı çıkmıştır. Ancak o bile, meselenin gerçek özünü — bilim insanının hakikate yönelik özel yükümlülüğünü — kavramış görünmemektedir.

Basında aktarıldığı kadarıyla Van Doren’ın öğrencilerinin çoğunun yorumları da farklı değildir. Biri ona “bir insan olarak güven duyduğunu” söylemiş ve onu “iyi bir beyefendi” olarak nitelemiştir; bir başkası “yaptığının yanlış olmadığını” düşünmüş; üçüncüsü ise istifasının kabul edilmesini “çok haksız” bulmuştur. Altı yüz elli öğrencinin imzasını taşıyan bir dilekçe, yeniden işe alınmasını talep etmiştir. Tepkileri kayda geçen öğrencilerden hiçbiri, bu vakanın gündeme getirdiği ahlaki soruna dair en küçük bir sezgi bile göstermemiştir. Birçok başyazı ve okur mektubu için de aynı durum geçerlidir.

Peki, sıklıkla kınanması gerekeni öven ve en iyi ihtimalle gerçek soruna kayıtsız kalan bu ahlaki yargı sapması nasıl açıklanabilir? Kongre’nin tepkisinin açıklaması basittir. Van Doren’ı onaylayan beş Kongre üyesi, siyasal davranışın genel ölçütlerini akademik alana uygulamıştır. Van Doren vakasını, itiraf edip yeniden nispeten dürüst siyasetçilerin saflarına dönen bir suçlunun hoşgörüyle, anlayışla, hatta onayla karşılanabileceği, sıradan bir siyasal yolsuzluk örneği gibi görmüşlerdir. Ne var ki siyasetçilerin bu kayıtsızlığı, Amerikan demokrasisinin adeta dokusuna işlenmiş olan daha derin bir soruna, ahlaki bir ikileme işaret etmektedir.

Bu, nesnel davranış ölçütleri ile çoğunluk yönetimi arasındaki ikilem; zaman ve mekândan bağımsız olarak doğru olan ölçütlere düşünce ve eylemde uyum ile belirli bir toplumda, belirli bir zamanda geçerli olan ölçütlere uyarlanma arasındaki gerilimdir. Amerika, insanların yaratmadığı, fakat şeylerin doğasında bulduğu bazı apaçık doğruların tanınması üzerine kurulmuştur. Ne var ki Amerikan toplumu ve daha da özel olarak Amerikan demokrasisi, giderek, o anın seçkinleri ya da çoğunluğu tarafından kabul ediliyor gibi görünen değerlere uyum sağlayarak yaşamıştır. Yargıç Holmes’un meşhur sözü — “yasalar konusunda, kalabalığın ne istediği dışında pratik bir ölçütüm yoktur” — bu çözümlemenin klasik ifadesidir. Aynı tutum, bir Kongre üyesinin Columbia Üniversitesi’nin “aceleci davranmaması”, Van Doren’ın açıklamasına yönelik kamuoyunun tepkisini görmek istemesi yönündeki temennisinde de dile getirilmiştir.

Burada, uygar bir toplumun ahlaki omurgasını oluşturan nesnel ölçütler çözülmektedir. Bir insanın ne yapması ya da yapmaması gerektiği artık, yıldızlar kadar değişmez nesnel yasalara göre değil, en son kamuoyu yoklamasının sonuçlarına göre belirlenir hâle gelmektedir. Geçici olarak kamuoyuyla aynı hizadan çıkmış olduğu için başı derde giren birinin, yeniden sıraya girebilmesi için yapması gereken tek şey, duruma göre yavaşlamak ya da hızlanmaktır; böylece hem kendisiyle hem de dünyayla her şey yeniden yoluna girecektir. Ahlaki yargı bu şekilde günlük bir plebisit meselesine dönüşür; ahlaken iyi olan şey, kalabalığın istediği ve hoşgördüğü şeyle özdeş hâle gelir.

Öğrencilerin ahlaki okuryazarsızlığı ise daha zor açıklanmaktadır. İnsan, öğrencilerin — toplumun talepleri tarafından henüz inançlarını uzlaşmaya zorlanmamışken — hakikati keşfetme ve ona tanıklık etme gibi soylu bir uğraşın çırakları olduklarını düşünmek ister. Onların, yalan söyleyen bir profesöre, ilahiyat öğrencisinin Tanrı’ya küfreden bir rahibe baktığı gibi bakmaları gerekir. Peki, üstün zekâya ve terbiyeye sahip olduğu varsayılan, hakikat meselesine özellikle duyarlı olması beklenen genç bir insan, bu ahlaki mesele karşısında nasıl bu denli bütünüyle duyarsız olabilir? Bu gençler, ahlaki bir duyuyla, tıpkı görme duyusuyla doğdukları gibi doğmuşlardır. Onları — en azından öğrencilikleri sırasında — yaşamaları gereken ahlaki ölçütlere karşı kim körleştirmiştir?

Yanıt, Van Doren’ın kendisini de üreten aynı alanda aranmalıdır: akademik dünya. Van Doren ile öğrencileri arasındaki dayanışmanın derin bir anlamı vardır. Kamuoyu sorumluluğu televizyona, reklama, iş dünyasına ya da öğretmenlerin düşük maaşlarına yüklemişken, hem öğretmeni hem de öğrencileri eğiten akademik sisteme işaret eden neredeyse hiç kimse olmamıştır.

Hakikatin keşfine ve aktarılmasına adanmış bir yükseköğretim sistemi, onu yaratmış, sürdürmüş ve kullanan toplumdan ayrı bir şey değildir. Akademik dünya, toplumda egemen olan değerlere ortak olur ve onlara uyma yönündeki toplumsal baskılara maruz kalır. Hakikatin ne olduğu konusundaki anlayışı bile, Amerikan toplumunda egemen olan görecilik anlayışının izlerini taşır; bu tür bir hakikati öğreterek de Amerikan zihni üzerindeki egemenliğini pekiştirir. Bununla birlikte, bu tür bir hakikate bağlılık bile, toplumun değerleri ve talepleriyle çatışmaya mahkûmdur. Toplum içindeki uyum baskısı ne kadar güçlüyse ve akademisyenin zenginlik ve iktidar gibi değerlere bağlılığı ne kadar kuvvetliyse, ahlaki hakikat bağlılığını toplumsal avantaj uğruna feda etme yönündeki ayartı da o kadar güçlü olur.

Bu çelişkili bağlılıklar arasındaki gerilim genellikle bir uzlaşmayla sonuçlanır. Bir yandan, akademisyenin hakikate bağlılığı toplumsal olarak kabul edilebilir sınırlar içinde tutulur; örneğin toplumun tabuları araştırmanın dışında bırakılır. Öte yandan, toplumsal hırslar, ihtiyatla tanımlanmış bir hakikat arayışına ciddi biçimde müdahale etmekten alıkonur. Hakikat bu şekilde sınırlandırıldıkça, ona yönelik arayış kendi asli amacından sapar ve böylece yozlaşır.

Akademik yelpazenin uç noktalarında iki küçük grup bulunur. Bunlardan biri, toplumun duymak istediğini söyleyerek hakikati tahrip edenlerdir. Diğeri ise, toplumun duymak istemediğini söyleyerek toplumu tahrip edenlerdir. Çağdaş Amerika, ilk gruba katılmak için — yani hakikati yalnızca yozlaştırmakla kalmayıp ona ihanet etmek için — muazzam ayartılar sunmaktadır. Bu süreçte akademik dünya, giderek iş ve siyaset dünyasının bir kopyasına dönüşme eğilimi gösterir. Devletin, iş dünyasının ve vakıfların sunduğu zenginlik ve iktidar ayartılarına karşı, akademisyenin elinde, kendisi için de toplum için de artık kuşkulu bir şey hâline gelmiş olan hakikate adanmış onurundan başka koyabileceği bir şey yoktur. Yozlaşmadan ihanete geçiş, ahlaki açıdan büyük, fakat uygulama bakımından küçük bir adımdır.

Peki, devlet, iş dünyası ya da bir vakıftan — ki bu neredeyse standart bir uygulama hâline gelmiştir — yanıltıcı gerekçelerle 129.000 dolar almak ile aynı miktarı bir televizyon sponsorundan yanıltıcı gerekçelerle almak arasında ne fark vardır? Fark, ahlaki bakımdan değil, yalnızca teknik bakımdan vardır. Van Doren ve öğrencileri, akademik nezaketler korunduğu sürece, zenginlik ve iktidar uğruna hakikate ihanet edilmesini mazur gören bir dünyada biçimlenmişlerdir.

Van Doren’ın dünyasında Amerikan toplumu, kendi dünyasını — iş ve siyaset dünyasını, zenginlik ve iktidar dünyasını — seyreder. Toplum, onu mahkûm edemez; çünkü onu mahkûm etmek, kendisini mahkûm etmek anlamına gelir. Bunu yapmaya istekli olmadığı için de, ilkini yapamaz. Bunun yerine, eylemi mazur görme kusurunu, fail için duyulan merhamet ve hayırseverlik erdemleriyle karıştırarak onu aklamaya yönelir. Ne var ki, Van Doren’ı mahkûm etmeyi reddederek, kendisini mahkûm eder. Çünkü bu tutum, uygar toplumun sonunun başlangıcına işaret eden bir ahlaki körlüğü itiraf etmek anlamına gelir.''


Bu yazı Chat-GPT ile çevrilmiştir. 

1. Reaction to the Van Doren Reaction; The willingness of many Americans to condone a professor's lapse from truth, another professor says, reveals not compassion but our society's moral obtuseness. - Hans Morgenthau

2. A Tale of Two Frauds - Justus Reid Weiner  

3. Charles Van Doren, a Quiz Show Whiz Who Wasn’t, Dies at 93 

4. Bir okuma için bkz. "Çürümenin" Sosyolojisi - İbrahim Berkkan Karataş


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder