Burada, Maine’de sessiz
bir göl kıyısında, beş uzun yıl boyunca omuzlarımda ağır bir yük gibi duran
tezin nihayet tamamlanmasının ardından, tamamen dinlenmeye ayrılmış olmasını
beklediğim bir tatilin ortasında, tezime ilişkin düşünceler istemeden de olsa
zihnime yeniden üşüşüyor. Yine de burası düşünmek için ideal bir mekân: Suyun
karşı kıyısında, yakınlardaki ormanların uzak dağlara karıştığı yerde hem
ağaçları hem de ormanı görmek mümkün—yeni bir doktora sahibinin alışık olmadığı
bir manzara.
I
Geriye dönüp bakıldığında, bir doktora
sürecine ne denli büyük bir zihinsel ve psikolojik enerjinin sarfedilebildiğini fark etmek şaşırtıcıdır. İnsan, uzun çalışma saatlerini, zorlu sınavları ve tıp
ile hukuk öğrencilerinin eğitimine özgü yoğun rekabeti sıkça duyar. Ancak kaç
kişi, genç bir doktor ya da avukat adayının sınavlarını ertelediğini veya
mezuniyet gereklerini yerine getirmekte oyalandığını duymuştur? Oysa böyle
davranışlar, akademisyen olmayı hedefleyenler arasında neredeyse olağandır.
Lisansüstü eğitimini hızlı ve sorunsuz biçimde tamamlayan öğrenci sayısı, eğitimini bir türlü bitiremeyen ya da ciddi düzeyde erteleme, tereddüt ve kendini hırpalayarak bitirenlerle karşılaştırıldığında oldukça azdır. Dahası, doktora öğrencilerinin korkuları ve hayal kırıklıkları, çoğu zaman hocalarının ve danışmanlarının tüm iyi niyetli telkinlerine kapalıdır. Herhangi bir mesleğin kıdemlilerinin yeni gelenlere, üniversite hocalarının yaptığı kadar cesaret verip veremeyeceğinden de şüpheliyim. Nitekim zaman zaman, yetenekli ama sorunlar yaşayan bir öğrencinin bu engeli aşmasına yardımcı olmak için, yeterlilik sınavlarını geçeceğini neredeyse garanti eden bir danışmandan bile söz edilir. Hatta bazı programlar, etkili çalışmayı zorlaştıran psikolojik gerilimleri azaltmak için kurumsal düzenlemeler getirmiştir. Artık pek çok kurum, yeni öğrencilerin psikolojik tehlikeler ve önlerinde bekleyen resmi gereklilikler hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlayan bir dizi derse katılmalarını şart koşuyor.
Ne var ki, tüm bu
güçlükler insafsız ve acımasız bir sistemden değil, bizzat öğrencilerin
kendilerinden kaynaklanmaktadır; zira sistemin katı ve yoğun talepleri kadar,
gösterilen düşünceli ve sevecen “babacan” yaklaşım da, doktora öğrencisinin
kendi yoluna koyduğu öz-kuşkuya (ve belki de öz-acımaya) karşı etkili
olamamaktadır. Peki neden? Ve neden bu durum akademik kariyere özgü böylesine
belirgin bir nitelik taşımaktadır? Bazı psikanalistlere göre, bir doktora
derecesi edinmek yetişkinliğe erişmenin simgesidir; ancak sorun yaşayan doktora
öğrencisi çeşitli nedenlerle bu yaşam evresinden bilinçdışı düzeyde kaçınmak
istemektedir. Yetişkin olmak, anne babasıyla aynı düzeyde konuma sahip olmak,
statü kazanmak, bir unvana sahip olmak, yükümlülükler üstlenmek demektir—ki tüm
bu durumlar, çocukluğu rekabet ve sorumluluk korkusuyla biçimlenmiş birey için
son derece ürkütücü ve tehdit edicidir. Oysa tam da bu koşullar, doktora
derecesinin elde edilmesine eşlik eder. Yeni bir doktora sahibi artık öğrenci
olmanın sağladığı güvenlikten yararlanamaz; zamanını nasıl geçireceğini ve ne
öğreneceğini başkalarının belirlediği konumda değildir. Artık başkaları onu
yetişkin, bilgili ve sorumlu biri olarak görecek, hatta zaman zaman ona
“doktor” diye hitap edeceklerdir. Dahası, hocaları artık onun “üstleri” değil,
meslektaşları olacaktır (babalarından çok kardeşleri gibi). Hatta bir gün
onları geçme ihtimali bile vardır. Bu ise, bir anlamda “baba figürüyle”
başarılı rekabet anlamına gelir: Hem heyecan verici hem de dehşet uyandırıcı
bir düşünce (“Bu dönem yeterlilik sınavına hiç girmesem mi—ya geçersem?”).
Bu yorumun, doktora
öğrencisinin neden tıp ve hukuk öğrencilerine kıyasla psikolojik güçlükler
karşısında çok daha hassas göründüğünü açıklamadığı ileri sürülebilir. Sonuçta
M.D. (tıp doktoru) ve LL.B. (hukuk lisansı) dereceleri de yetişkinliğin ve
mesleki hayata girişin sembolleridir. Öyleyse, çözümlenmemiş çocukluk korkuları
neden tıp ve hukuk fakültelerini rahatsız etmemektedir? Muhtemelen bir
psikanalist şöyle yanıt verecektir: Tıp ve hukuk gibi alanlar kariyere giden
çok daha belirgin ve kesin yollar sunar; tıp ya da hukuk öğrencisi yetişkinliğe
geçişi zaten tamamlamış, kendisini ise önceden belirlenmiş hedeflerin
gerçekleştirilmesine yönelik teknik bir eğitim almakta olan kişi olarak
tanımlamıştır. Buna karşılık doktora öğrencisi, on ya da on beş yıl sonra ne
yapıyor olacağına karar vermek zorunda kalmamıştır. Dolayısıyla, geleceğe
ilişkin kesinlik duygusunun çözebileceği çocukluk korkularını hâlen taşıyor
olabilir. Üstelik isterse, yaşına rağmen hâlâ beş yaşından beri yaptığı gibi
okula gittiğini hatırlatarak yetişkinliği daha da erteleyebilir.
Akademik bir kariyere
hazırlanmayı, diğer tüm mesleklerin eğitiminden psikolojik açıdan daha riskli
hâle getiren, aynı derecede önemli başka bir etken daha vardır: tez. Ders
almak, bilgiyi tüketmektir; bu bilgi daha sonra sınavlar aracılığıyla ölçülür.
Bu süreç öğrenciden öğrenciye hız ve beceri açısından değişse de, özü
itibarıyla teknik bir faaliyettir ve yeni verilerin ve düşünme biçimlerinin
edinilmesinden ibarettir. Buna karşılık tez yazmak, bilgi üretmektir. İkincil
kaynaklara dayansa ya da başkasının eserinin çevirisi veya yorumlanması
niteliğinde olsa bile, tez öğrencinin kendi içsel kaynaklarından beslenen özgün
bir yaratıdır. Dolayısıyla, tıp ya da hukuk fakültesindeki akranlarının aksine doktora
öğrencisi kendi imkânlarına geri itilmiştir. Artık yalnızca bir tüketici değil,
aynı zamanda bir üreticidir. Katkı sunmak, ortaya koymak ve yaratmak
zorundadır. Bu yüzden tezine böylesine yakın ve duygusal biçimde bağlanması,
ona ebeveynlerin çocuklarına karşı hissettikleriyle benzer bir sevgi–korku
karışımı duyguyla yaklaşması şaşırtıcı değildir. Yine şaşırtıcı değildir ki,
ortaya koyduğu ürünün her yönünden tamamen tatmin olmadığı sürece hiçbir öğüt
veya teşvik, öğrenciyi tezini tamamlayıp teslim etmeye yönlendiremez. Çünkü
temel bir anlamda, doktora öğrencisi tezinin başlıca yargıcı olarak kendisini
konumlandırır. O, kendisinin en sert eleştirmeni olup, danışmanının ve tez
komitesinin bu alandaki kıdemli meslektaşlarından bile talep etmeye cesaret
edemeyeceği bir mükemmellik düzeyini kendisinden beklemektedir.
Tezin yaratıcısı
açısından taşıdığı anlam da psikanalitik yoruma fazlasıyla açıktır. Hatta
bazıları, tezin yetişkin bir bireyin doğumunun dokuzuncu ayını temsil ettiğini
bile söyleyebilir. (Nitekim, bir meslektaşımın bana derece verildiğini
duyduğunda “uzun, karanlık tünelden çıkmış olmamdan” dolayı tebrik etmesinde
rastlantısal olmayan imgelerin de payı olabilir.) Ancak daha derin psikolojik
anlamları ne olursa olsun, tez süreci kuşkusuz benzersiz bir deneyimdir. Sanat
alanı dışında, hangi meslek yeni adaylarından alana giriş ölçütü olarak
yaratıcı bir yenilik ortaya koymalarını bekler? İş insanlarının, doktorların,
avukatların, mühendislerin, kamu görevlilerinin ve benzerlerinin kırklı ve
ellili yaşlarında yenilikçi ve üretken olmaları beklenir. Buna karşılık, bir
akademisyenden henüz yirmili yaşlarının başında mesleğine özgün bir katkı
sunması istenir. Böyle bir düzenlemenin bilgelik derecesi ne olursa olsun (ve
bunu sorgulamıyorum), doktora öğrencisinin zaman zaman bocalamaya, kendinden
şüphe etmeye ve ilerlemesini düzensiz bir tempoda sürdürmeye hakkı olduğu
açıktır. Tıp veya hukuk eğitiminde mezuniyet şartı olarak özgün bir katkı
sunmanın zorunlu tutulması hâlinde, bu okullarda sorun yaşayan öğrenci oranının
kayda değer ölçüde artacağını tahmin ediyorum.
II
Elbette, bir teze
yatırılan duygusal enerjinin somut entelektüel sonuçları da vardır. Bunlardan
en önemlisi, “Bunu nasıl biliyorum?” sorusunun sürekliliğidir. En azından benim
durumda, başarılı bir tez tamamlama kaygılarım yazdığım her cümlenin geçerliliğini
sorgulamaya ve yeniden sorgulamaya beni zorladı. Kanıtın niteliğine,
güvenilirlik ölçütlerine, olgu ile çıkarım arasındaki ayrımlara ve karmaşık
olgular hakkında kesin ve nihai sonuçlara ulaşmanın imkânsızlığına karşı
olağanüstü bir duyarlılık geliştirdim. Sağlam yöntemler kullanmanın
gerekliliğini genel hatlarıyla kavramak bir şeydir—ki bütün doktora öğrencileri
bu konuda belli bir düzeyde ustalık kazanır ve alanlarındaki başlıca eserlerin
yöntemsel kusurlarını ortaya koyabilme becerisinden azımsanmayacak bir heyecan
duyarlar. Ancak, güvenilir bilgi —yani kendi sınırları dahilinde isabetli
öngörü yapılmasına imkân tanıyan bilgi— biriktirmenin getirdiği ikilemi bizzat
tecrübe etmek bambaşka bir şeydir. Tez yalnızca böyle bir deneyim sunmakla
kalmaz; aynı zamanda, doktora öğrencisi için taşıdığı daha derin anlamı
nedeniyle, güvenilirlik konusunda bir tür içsel sorgulamayı da zorunlu kılar ki
bunun daha sonraki araştırmaların gidişatı üzerinde kalıcı bir iz bıraktığından
hiç şüphem yoktur.
Bu durum, her gün tezin
başına oturulduğunda ortaya çıkan kayda değer “teferruatı” göz ardı etmek
değildir. Her kuşağın doktora öğrencilerinin kendilerinden sonrakilere
aktardığı ve sayısız kahve molasının konusu olan uyarı ve söylentilerden, ister
gerçek ister hayali olsun, etkilenmemek mümkün değildir. Bu nedenle, insan hem
danışmanının gerçek ya da hayali tuhaflıklarına karşı sürekli tetiktedir, hem
de tez komitesinin kritik üyelerinin tercihlerini sürekli hesaba katmak
zorundadır. Aynı şekilde, bölümün kabul edilebilir bir tezin uzunluğu, biçimi
ve konusu hakkında yazılı olmayan düzenlemelerinin her zaman farkındadır. Ve
böylece, kabul edilmeme riskini azalttığı söylenen çeşitli geleneklere de saygı
gösterilir—uygun sayıda dipnot, belki bir ya da iki etkileyici istatistik
tablosu ve faydası tartışmalı olsa bile alandaki temel eserleri listeleyen
kapsamlı bir bibliyografya gibi.
Ancak tez yazımına
ilişkin tüm o geleneklere gereken saygı gösterilirken bile, “Bunu nasıl
biliyorum?” sorusu varlığını sürdürür. Bu soru yalnızca, bir sözlü sınav jüri
üyesinin tam da böyle bir soruyu yöneltebileceğine ilişkin kemiren bir korkudan
dolayı değil; aynı zamanda doktora öğrencisinin kendiyle baş başa kalmak
zorunda olmasından dolayı da kalıcıdır. Tezi, tezin güvenilirliği sorusuna
gelişigüzel yaklaşmasına izin vermeyecek kadar önemlidir. Bu, yetişkinliğe
sahtecilik yapmak yerine, hak ederek ulaşmakla ilgili bir konudur. Başkaları yaratıcı içgörülerden, çeşitli
dipnotlardan, ayrıntılı grafiklerden ve sıkı bir organizasyondan etkilenmiş
olsalar bile, bunların yalnızca tezin güvenilirliğin zahiri görünüşü olduğunu,
özünü yansıtmadığını bilir. Bu nedenle kesinlik arayışına çıkar; fakat
kesinliğin “görünüşe göre”, “muhtemelen” ve “öyle görünmektedir ki” gibi
ifadelere dayandığını keşfeder. Ancak zamanla anlaşılır ki bu ifadeler, çok
geçmeden isminin ardına eklenecek üç yeni harften bile daha anlamlı birer
kazanımdır. Çünkü bu ifadeler, kolay kazanılmayan bir öz-disiplini, bir
alçakgönüllülüğü ve bir dürüstlüğü yansıtır—ki bunlar, özünde, ergen ile
yetişkin arasındaki farkı belirleyen ve böylece kişinin olgunluğa eriştiğini
simgeleyen özelliklerdir.
| 1924-2011 |
James Rosenau (1957/1980), ''The Birth of a Political Scientist'', içinde J. Rosenau, The Scientific Study of Foreign Policy, Frances Pinter (Publishers ), Revised and Enlarged Edition, pp. 3-7
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder