29 Kasım 2025 Cumartesi

Bir Siyaset Bilimci'nin Doğuşu – James N. Rosenau

Burada, Maine’de sessiz bir göl kıyısında, beş uzun yıl boyunca omuzlarımda ağır bir yük gibi duran tezin nihayet tamamlanmasının ardından, tamamen dinlenmeye ayrılmış olmasını beklediğim bir tatilin ortasında, tezime ilişkin düşünceler istemeden de olsa zihnime yeniden üşüşüyor. Yine de burası düşünmek için ideal bir mekân: Suyun karşı kıyısında, yakınlardaki ormanların uzak dağlara karıştığı yerde hem ağaçları hem de ormanı görmek mümkün—yeni bir doktora sahibinin alışık olmadığı bir manzara.

I

Geriye dönüp bakıldığında, bir doktora sürecine ne denli büyük bir zihinsel ve psikolojik enerjinin sarfedilebildiğini fark etmek şaşırtıcıdır. İnsan, uzun çalışma saatlerini, zorlu sınavları ve tıp ile hukuk öğrencilerinin eğitimine özgü yoğun rekabeti sıkça duyar. Ancak kaç kişi, genç bir doktor ya da avukat adayının sınavlarını ertelediğini veya mezuniyet gereklerini yerine getirmekte oyalandığını duymuştur? Oysa böyle davranışlar, akademisyen olmayı hedefleyenler arasında neredeyse olağandır.

Lisansüstü eğitimini hızlı ve sorunsuz biçimde tamamlayan öğrenci sayısı, eğitimini bir türlü bitiremeyen ya da ciddi düzeyde erteleme, tereddüt ve kendini hırpalayarak bitirenlerle karşılaştırıldığında oldukça azdır. Dahası, doktora öğrencilerinin korkuları ve hayal kırıklıkları, çoğu zaman hocalarının ve danışmanlarının tüm iyi niyetli telkinlerine kapalıdır. Herhangi bir mesleğin kıdemlilerinin yeni gelenlere, üniversite hocalarının yaptığı kadar cesaret verip veremeyeceğinden de şüpheliyim. Nitekim zaman zaman, yetenekli ama sorunlar yaşayan bir öğrencinin bu engeli aşmasına yardımcı olmak için, yeterlilik sınavlarını geçeceğini neredeyse garanti eden bir danışmandan bile söz edilir. Hatta bazı programlar, etkili çalışmayı zorlaştıran psikolojik gerilimleri azaltmak için kurumsal düzenlemeler getirmiştir. Artık pek çok kurum, yeni öğrencilerin psikolojik tehlikeler ve önlerinde bekleyen resmi gereklilikler hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlayan bir dizi derse katılmalarını şart koşuyor.

Ne var ki, tüm bu güçlükler insafsız ve acımasız bir sistemden değil, bizzat öğrencilerin kendilerinden kaynaklanmaktadır; zira sistemin katı ve yoğun talepleri kadar, gösterilen düşünceli ve sevecen “babacan” yaklaşım da, doktora öğrencisinin kendi yoluna koyduğu öz-kuşkuya (ve belki de öz-acımaya) karşı etkili olamamaktadır. Peki neden? Ve neden bu durum akademik kariyere özgü böylesine belirgin bir nitelik taşımaktadır? Bazı psikanalistlere göre, bir doktora derecesi edinmek yetişkinliğe erişmenin simgesidir; ancak sorun yaşayan doktora öğrencisi çeşitli nedenlerle bu yaşam evresinden bilinçdışı düzeyde kaçınmak istemektedir. Yetişkin olmak, anne babasıyla aynı düzeyde konuma sahip olmak, statü kazanmak, bir unvana sahip olmak, yükümlülükler üstlenmek demektir—ki tüm bu durumlar, çocukluğu rekabet ve sorumluluk korkusuyla biçimlenmiş birey için son derece ürkütücü ve tehdit edicidir. Oysa tam da bu koşullar, doktora derecesinin elde edilmesine eşlik eder. Yeni bir doktora sahibi artık öğrenci olmanın sağladığı güvenlikten yararlanamaz; zamanını nasıl geçireceğini ve ne öğreneceğini başkalarının belirlediği konumda değildir. Artık başkaları onu yetişkin, bilgili ve sorumlu biri olarak görecek, hatta zaman zaman ona “doktor” diye hitap edeceklerdir. Dahası, hocaları artık onun “üstleri” değil, meslektaşları olacaktır (babalarından çok kardeşleri gibi). Hatta bir gün onları geçme ihtimali bile vardır. Bu ise, bir anlamda “baba figürüyle” başarılı rekabet anlamına gelir: Hem heyecan verici hem de dehşet uyandırıcı bir düşünce (“Bu dönem yeterlilik sınavına hiç girmesem mi—ya geçersem?”).

Bu yorumun, doktora öğrencisinin neden tıp ve hukuk öğrencilerine kıyasla psikolojik güçlükler karşısında çok daha hassas göründüğünü açıklamadığı ileri sürülebilir. Sonuçta M.D. (tıp doktoru) ve LL.B. (hukuk lisansı) dereceleri de yetişkinliğin ve mesleki hayata girişin sembolleridir. Öyleyse, çözümlenmemiş çocukluk korkuları neden tıp ve hukuk fakültelerini rahatsız etmemektedir? Muhtemelen bir psikanalist şöyle yanıt verecektir: Tıp ve hukuk gibi alanlar kariyere giden çok daha belirgin ve kesin yollar sunar; tıp ya da hukuk öğrencisi yetişkinliğe geçişi zaten tamamlamış, kendisini ise önceden belirlenmiş hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik teknik bir eğitim almakta olan kişi olarak tanımlamıştır. Buna karşılık doktora öğrencisi, on ya da on beş yıl sonra ne yapıyor olacağına karar vermek zorunda kalmamıştır. Dolayısıyla, geleceğe ilişkin kesinlik duygusunun çözebileceği çocukluk korkularını hâlen taşıyor olabilir. Üstelik isterse, yaşına rağmen hâlâ beş yaşından beri yaptığı gibi okula gittiğini hatırlatarak yetişkinliği daha da erteleyebilir.

Akademik bir kariyere hazırlanmayı, diğer tüm mesleklerin eğitiminden psikolojik açıdan daha riskli hâle getiren, aynı derecede önemli başka bir etken daha vardır: tez. Ders almak, bilgiyi tüketmektir; bu bilgi daha sonra sınavlar aracılığıyla ölçülür. Bu süreç öğrenciden öğrenciye hız ve beceri açısından değişse de, özü itibarıyla teknik bir faaliyettir ve yeni verilerin ve düşünme biçimlerinin edinilmesinden ibarettir. Buna karşılık tez yazmak, bilgi üretmektir. İkincil kaynaklara dayansa ya da başkasının eserinin çevirisi veya yorumlanması niteliğinde olsa bile, tez öğrencinin kendi içsel kaynaklarından beslenen özgün bir yaratıdır. Dolayısıyla, tıp ya da hukuk fakültesindeki akranlarının aksine doktora öğrencisi kendi imkânlarına geri itilmiştir. Artık yalnızca bir tüketici değil, aynı zamanda bir üreticidir. Katkı sunmak, ortaya koymak ve yaratmak zorundadır. Bu yüzden tezine böylesine yakın ve duygusal biçimde bağlanması, ona ebeveynlerin çocuklarına karşı hissettikleriyle benzer bir sevgi–korku karışımı duyguyla yaklaşması şaşırtıcı değildir. Yine şaşırtıcı değildir ki, ortaya koyduğu ürünün her yönünden tamamen tatmin olmadığı sürece hiçbir öğüt veya teşvik, öğrenciyi tezini tamamlayıp teslim etmeye yönlendiremez. Çünkü temel bir anlamda, doktora öğrencisi tezinin başlıca yargıcı olarak kendisini konumlandırır. O, kendisinin en sert eleştirmeni olup, danışmanının ve tez komitesinin bu alandaki kıdemli meslektaşlarından bile talep etmeye cesaret edemeyeceği bir mükemmellik düzeyini kendisinden beklemektedir.

Tezin yaratıcısı açısından taşıdığı anlam da psikanalitik yoruma fazlasıyla açıktır. Hatta bazıları, tezin yetişkin bir bireyin doğumunun dokuzuncu ayını temsil ettiğini bile söyleyebilir. (Nitekim, bir meslektaşımın bana derece verildiğini duyduğunda “uzun, karanlık tünelden çıkmış olmamdan” dolayı tebrik etmesinde rastlantısal olmayan imgelerin de payı olabilir.) Ancak daha derin psikolojik anlamları ne olursa olsun, tez süreci kuşkusuz benzersiz bir deneyimdir. Sanat alanı dışında, hangi meslek yeni adaylarından alana giriş ölçütü olarak yaratıcı bir yenilik ortaya koymalarını bekler? İş insanlarının, doktorların, avukatların, mühendislerin, kamu görevlilerinin ve benzerlerinin kırklı ve ellili yaşlarında yenilikçi ve üretken olmaları beklenir. Buna karşılık, bir akademisyenden henüz yirmili yaşlarının başında mesleğine özgün bir katkı sunması istenir. Böyle bir düzenlemenin bilgelik derecesi ne olursa olsun (ve bunu sorgulamıyorum), doktora öğrencisinin zaman zaman bocalamaya, kendinden şüphe etmeye ve ilerlemesini düzensiz bir tempoda sürdürmeye hakkı olduğu açıktır. Tıp veya hukuk eğitiminde mezuniyet şartı olarak özgün bir katkı sunmanın zorunlu tutulması hâlinde, bu okullarda sorun yaşayan öğrenci oranının kayda değer ölçüde artacağını tahmin ediyorum.

II

Elbette, bir teze yatırılan duygusal enerjinin somut entelektüel sonuçları da vardır. Bunlardan en önemlisi, “Bunu nasıl biliyorum?” sorusunun sürekliliğidir. En azından benim durumda, başarılı bir tez tamamlama kaygılarım yazdığım her cümlenin geçerliliğini sorgulamaya ve yeniden sorgulamaya beni zorladı. Kanıtın niteliğine, güvenilirlik ölçütlerine, olgu ile çıkarım arasındaki ayrımlara ve karmaşık olgular hakkında kesin ve nihai sonuçlara ulaşmanın imkânsızlığına karşı olağanüstü bir duyarlılık geliştirdim. Sağlam yöntemler kullanmanın gerekliliğini genel hatlarıyla kavramak bir şeydir—ki bütün doktora öğrencileri bu konuda belli bir düzeyde ustalık kazanır ve alanlarındaki başlıca eserlerin yöntemsel kusurlarını ortaya koyabilme becerisinden azımsanmayacak bir heyecan duyarlar. Ancak, güvenilir bilgi —yani kendi sınırları dahilinde isabetli öngörü yapılmasına imkân tanıyan bilgi— biriktirmenin getirdiği ikilemi bizzat tecrübe etmek bambaşka bir şeydir. Tez yalnızca böyle bir deneyim sunmakla kalmaz; aynı zamanda, doktora öğrencisi için taşıdığı daha derin anlamı nedeniyle, güvenilirlik konusunda bir tür içsel sorgulamayı da zorunlu kılar ki bunun daha sonraki araştırmaların gidişatı üzerinde kalıcı bir iz bıraktığından hiç şüphem yoktur.

Bu durum, her gün tezin başına oturulduğunda ortaya çıkan kayda değer “teferruatı” göz ardı etmek değildir. Her kuşağın doktora öğrencilerinin kendilerinden sonrakilere aktardığı ve sayısız kahve molasının konusu olan uyarı ve söylentilerden, ister gerçek ister hayali olsun, etkilenmemek mümkün değildir. Bu nedenle, insan hem danışmanının gerçek ya da hayali tuhaflıklarına karşı sürekli tetiktedir, hem de tez komitesinin kritik üyelerinin tercihlerini sürekli hesaba katmak zorundadır. Aynı şekilde, bölümün kabul edilebilir bir tezin uzunluğu, biçimi ve konusu hakkında yazılı olmayan düzenlemelerinin her zaman farkındadır. Ve böylece, kabul edilmeme riskini azalttığı söylenen çeşitli geleneklere de saygı gösterilir—uygun sayıda dipnot, belki bir ya da iki etkileyici istatistik tablosu ve faydası tartışmalı olsa bile alandaki temel eserleri listeleyen kapsamlı bir bibliyografya gibi.

Ancak tez yazımına ilişkin tüm o geleneklere gereken saygı gösterilirken bile, “Bunu nasıl biliyorum?” sorusu varlığını sürdürür. Bu soru yalnızca, bir sözlü sınav jüri üyesinin tam da böyle bir soruyu yöneltebileceğine ilişkin kemiren bir korkudan dolayı değil; aynı zamanda doktora öğrencisinin kendiyle baş başa kalmak zorunda olmasından dolayı da kalıcıdır. Tezi, tezin güvenilirliği sorusuna gelişigüzel yaklaşmasına izin vermeyecek kadar önemlidir. Bu, yetişkinliğe sahtecilik yapmak yerine, hak ederek ulaşmakla ilgili bir konudur.  Başkaları yaratıcı içgörülerden, çeşitli dipnotlardan, ayrıntılı grafiklerden ve sıkı bir organizasyondan etkilenmiş olsalar bile, bunların yalnızca tezin güvenilirliğin zahiri görünüşü olduğunu, özünü yansıtmadığını bilir. Bu nedenle kesinlik arayışına çıkar; fakat kesinliğin “görünüşe göre”, “muhtemelen” ve “öyle görünmektedir ki” gibi ifadelere dayandığını keşfeder. Ancak zamanla anlaşılır ki bu ifadeler, çok geçmeden isminin ardına eklenecek üç yeni harften bile daha anlamlı birer kazanımdır. Çünkü bu ifadeler, kolay kazanılmayan bir öz-disiplini, bir alçakgönüllülüğü ve bir dürüstlüğü yansıtır—ki bunlar, özünde, ergen ile yetişkin arasındaki farkı belirleyen ve böylece kişinin olgunluğa eriştiğini simgeleyen özelliklerdir.

 

1924-2011




James Rosenau (1957/1980), ''The Birth of a Political Scientist'', içinde J. Rosenau, The Scientific Study of Foreign Policy, Frances Pinter (Publishers ), Revised and Enlarged Edition, pp. 3-7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder