Ölümün bu kadar yakın ve beni sanki kapana
kıstırmış trajikomik bir durum olması ihtimalinden daha müstehzi ne olabilir ki
diye düşündüm kırk yıllık apartmanımızın dördüncü katındaki evimin
balkonundan, tam karşımda duran bu eski ve koyu kırmızı renkli ve garip bir
şekilde şehrin rengini kendinde eylemiş Ankara hastanesine bakarken. Başka bir
yerde yaşıyor olsam, muhtemelen hiçbir zaman düşünemeyeceğim bu duyguyu, sakin
bir hafta sonu sabahı, diğer herkes uykuda ve ben de mutfakta çayın
demlenmesini beklerken, uzağa bakarak düşlemeyi hayal etmeyi sevdiğim için
burada dikilirken, ancak bir hastane bu küçücük mutluluk anı olarak gördüğüm
anları bu kadar aniden bozmayı başarabilirdi.
Huzur ve korkuyu kendinde barındıran bu
durum, ne kadar da tuhaf ve hayattan bir parça; mahallemizin caddesinde
yürürken, tedirginlikle daha uzaktan gelmeye başlayan siren sesini duymaya
alıştığım, bu daracık yolların sıkışık trafiğinde, elim bir hünerle aşma
yükümlülüğü olan ve nice sorumluluğu sırtında taşıyan ancak yine de veya belki
de kaygı durumu benim gibi dışarıdan bakan birinin hissedeceği duygudan daha
farklı bir şeye dönüşmüş olabileceğini hissettiğim aracın şoförünü yanımızdan
hızlıca geçmeğe çalışırken, görmeye alıştığım bu kısacık anlar, benim olası bir
hastalıkla ilgili acizliğimde, tam hastaneye bakan bir yerde oturduğum için her
zaman kendimi biraz şanslı olduğumu hissetmemi hatırlatır. Tuhaf olan ise
biricik yaşamların olasılıkların istisnasında yüzdüğünün farkında olduğum için, bu aracın, sanki
hastane karşısındaki evlere ya da benim gibi kendini şanslı hissedecek kadar
hesapçı olanların sokaklarına, evlerine, odalarına yetişemeyeceğinin bir
belirtisi olarak düşünmekten kendimi alıkoyamam.
Oysa, birçoğu gibi benim kaygım da ölüm
veya ölmek değil. Ne de bu kelimelerle ilgili şeyler ondan korkmamı besleyecek
kadar tedirgin edici. Yine de Turgut Özben’in düşündüğü gibi ‘yaşamın anlamını
bilmek için, ölümün anlamının karanlıkta kalmasını istemiyor’ isem de demem o
ki, inançlı birisi pekâlâ bunun üstesinden gelebilir ya da bununla yetinmeyip
Shelly Kagan gibi ölüm üzerine endişelenmenin anlamını veya korkunun
anlamsızlığını irdeleyip deşebilir. Öyleyse tek sorun farkına varmaktır. Evet,
farkına varmak. İçinde yaşadığı dünyanın, kendini çevrelemekte olan toplumun,
giderek artmakta olan, kaçınılmaz ve geri dönüşü olmazsa, çözümü ancak hayal ve
muhayyel olacak sıkıntıların farkına varmak. Farkına varmaya başlayan
birisi artık eskisi gibi olamaz ve yavaş-yavaş farklı bir bilince doğru
değişmeye-dönüşmeye başlar. Farkına varmakta olan birisi kendisini
sarmaşık gibi çevrelemekte olan bu renkli görüntünün güzelliği ile önce sarhoş
olur. Daha sonra ise bu farkındalık, M. Foucault’un dediği gibi ‘bireysel
varoluşun kalkanı ile dış dünyanın kavranması işlevini görmeye’ başlar. Pratik
bilgiler ise ahlaki kaygıları da beraberinde getirir. Çünkü varlığın bilincinde
olan bir kimse artık onu yadsıyamaz.
Bu bilinç durumu ise bireysel
eylemlerimizi mümkün kılacak bir yaklaşım doğurur. A.S. Griboyedov’un kahramanı
Çatski’den beri bu durumun bilincinde olmaya başlayan kahramanlar ahlaki
kaygılarının faili olmaya çalışırlar. Örneğin, Rodion Romanoviç insanları
sıradan ve misyonu olan insanlar diye ikiye ayırır. Sözüm ona farkında olmadan
üzerimize düşen rollerimizi oynarken, bazılarımız gerçeğin bilincine
varır. Bu andan itibaren ise insan geriye dönmek istemez. Çünkü bu bilme
durumu insanı kendisi olmayandan ayırır. Salt saadete ve zevke dayalı bir
yaşam, bilincini dışa vurmaya çalışan varlık için anlamsız olurdu. Öyleyse şunu
diyebiliriz ki, The Matrix filmindekine benzer bir sanal deneyim
yaşarken, önümüze sunulan ayrımdan hangisini seçeceğimiz bellidir. Çünkü insan
çizginin öbür tarafında olmayı istemez. Belki mutluluk olarak tanımlanabilecek
bir anlam arayışını, sadece özgür iradesinin dışında verili olarak
aldığı bir yapay mutluluğun bir parçası olmaya zorlandığı için değil, hakikati
kaçıracağını bildiği için de gerçekleştirmekten geri duramaz. Bu yüzden tesadüf
değildir ki şüphe duymaya başlayan çoğu insan gibi Truman da ada içindeki yapay
gerçekliğin dışına çıkmaya meyyal olur. Bu arayış ise en basit hali ile hayatın
anlamını bulma istencidir.
Hayatın anlamını düşünürken aklıma gelen
ilk şey ise şu olur; Doğumla ölüm arasında olan hayat, sadece bir
ittircemedir. Bu ittircemenin içinde kaygı ile yaşarken, bazen insan
Oblomov veya Raskolnikov olmaktan kaçamaz. Her iki durum ise su götürmez bir
ahlaki tartışmayı kaçınılmaz kılar. Bazıları bizim savaşımız Oblomov
gibileriyledir, der, bazıları ise Raskolnikov gibi üstlendiği sözde ahlaki
eyleminin hüsranına uğrar. Yine de bu iki farklı karakterin bencil veya değil,
kendinde müteşekkil bir mutluluk istemi vardır. Terry Eagleton bir ‘insanlık
durumundan’ bahsedecek olursak ve eğer hayatın amacı da insanların ortak
‘amacında’ mevcutsa, o zaman bu amacı, mutluluk olarak tanımlamakta bir hata
yoktur, der. Öyleyse bize kendimizi iyi hissettiren bir olgu olarak
mutluluk, bizim ortak arayışımız olmaktadır. Bilmek için mutlu olmaya gerek
yoktur ama mutlu olmak için iyi hissetmek gerekmektedir. Ancak ben korkuyorum.
Çünkü bilmek, iyi hissetmek ve mutlu olmak istiyorum. Fakat bunları aynı
anda istediğim için hiçbirini elde edememekten korkuyorum. Sevgi görmek
isterken, iyi hissetmemekten korkuyorum. İyi hissetmek için uğraş verirken
kaybettiğim aşkın acısıyla güçsüz kalmaktan korkuyorum. Mutluluğu ararken,
erdemimi kaybetmekten korkuyorum. Hakikati ararken, yeni bir aşktan uzak
kalarak münzevi bir hayat yaşamaktan korkuyorum.
Aristoteles’e göre herkes bir hayat yaşar,
ancak iyi/güzel/mutlu bir hayat ancak erdemle varılırsa mümkün olur.
Erdem ise bireysel bedende değil, toplumsal ilişkilerde vücut bulur. Salt
bedensel zevklerle insan mutlu olamaz ama insanlarla münasebetlerimizdeki
pratiğe dayalı erdemle mutlu olabilir. Diğer bir ifadeyle, mutlulukla haz
arayışı arasındaki fark birincinin ancak toplumsal pratiklerde mümkün
olmasıdır. Kendini gerçekleştirmeye çalışan bir kimse mutlu olabilir ve bu
mutluluktan haz alabilir ancak tersi mümkün değildir. Ancak biraradalılığın
mümkün olabilmesi için de diğerlerinin de mutluluğunun mümkünlüğünün sağlanması gerekir.
Peki o zaman, ne yapmalı, nasıl yapmalı ve nereden başlamalı? Genel olarak bu soruya farklı yazarlar ne tesadüftür ki benzer yanıtları vermektedir. G. Petrov N., Çernişevski gibiler eğitimin önemini vurgular. Studentler romanındaki öğrenciler siyasi konuların mı yoksa eğitim konusunun mu daha önemli konusunda tam bir uzlaşıya varamazlar. Turgut Özben ise kendini çözemeyen kişinin kendi dışındaki sorunları çözemeyeceğini söyler. Malcolm X de benzer şekilde tarihi değiştirebilenler ancak ve ancak insanın kendisi hakkındaki düşüncesini değiştirmeyi başarabilmiş olanlardır, der. Gerçekten de özbenliğin farkındalığı çoğu çözüm için temel teşkil etmektedir. İnsan da yine bu farkındalığı oluşturacak eleştiriyi ve anlam arayışını ancak belirli koşulların mevcudiyeti altında gerçekleştirebilecektir. Fakat günümüzdeki zorluğun önceki dönemden çok daha bağlamsal ve yapısal olmasına rağmen birçok konuda daha şanslı olduğumuzu ifade etmeden geçemeyiz. Örneğin, sosyal Darwinizm gibi insan eşitliğinin biyolojik farklılığa bağlı olduğu iddiasına dayanarak bir hiyerarşinin oluşmasına neden olan bir anlayışın, antropolojik ve biyolojik olgularla çürütülmüş olması, günümüzde ırkçılığın daha başından reddedilmesi için değerlidir. Ne üstün bir ırk vardır ne Yahudilerin kuyruğu. Fakat biyolojik ırkçılık yerini benzer olguyu besleyen medeniyetlerin üstünlüğü savından hareketle farklı şekilde yeniden üretebilmektedir. Örneğin göç sorunlarına yönelik eleştiriler bu konular dışında düşünülemez. Fakat yine öyle bir dönemden geçiyoruz ki vermemiz gereken kararların doğasını bile ne anlaya ne de bilebiliyoruz. Neo-liberal kapitalizm gibi şeylerin, kurumların, süreçlerin kendini nasıl yeniden ürettiğini göremediğimiz için çoğu zaman eylemlerimiz de belirli toplumsal ve fikirsel sınırlılıkların ötesine geçememektedir. Öyleyse mücadele kötüler arasından daha az kötüsünü seçmek ve etkiye göre bir tepki ortaya koymaya mecbur kılınır. Ancak çözüm bu kadar basite indirgenemez. Bu bağlamda Malcolm X gibi büyük kahramanların hayatları örnek alınabilir. Hayatın anlamını ise ortak amaçlara dayalı mutluluk anlayışına da indirgemeden erdemli birliktelik içinde aramaya mazhar olunursa, bireysel mutluluklar kadar toplumsal barış ve mutluluklara ulaşmak da namümkün olmayacaktır.
Kaynakça
İbrahim Kalın, Açık Ufuk: İyi, Doğru ve
Güzel Düşünmek Üzerine, İnsan Yayınları, 2021.
F. Dostoyevski, Suç ve Ceza,
Çev., Mazlum Beyhan, İş Bankası Yayınları, 2016.
Ivan Gonçarov, Oblomov, Çev. S.
Eyüboğlu ve E. Güney, İş Bankası Yayınları, 2015.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar,
İletişim Yayınları 2015.
Orhan Pamuk, Kara Kitap, YKY, 25. Yıl Özel Baskı, 2018.
Shelly Kagan, Death, Yale University Lectures, Youtube.
Terry Eagleton, Hayatın Anlamı,
Çev. Kutlu Tunca, Ayrıntı Yayınları, 2. Basım, 2007.
Yasemin Gürsoy, ‘Çernişevski ve Devriminin El Kitabı ‘Ne Yapmalı’, (der.) Gamze Öksüz, Rusyada Eylemin Sanatla Buluşması: Edebiyatta ve Sinemada Devrim, Çeviribilim Yayınları, 2014, s.44-55.
Toplam 1129 kelime.
NOT: Bu deneme metni Mavera Ödülleri 2022 - Malcolm X anısına Dünya Yeniden Kurgulanırken: Sözümüz Var! Konulu Ödüllü Deneme Yarışması için yazılmış olup hakem değerlendirmesini geçememiştir. Başlığı seçerken aslında niyetim bu konu ile ilgili yazmaya başlayacak herkes için bir temel ahlaki başlangıç çerçevesi sunan bir metin ortaya koymaktı. Bu anlamda böyle bir tartışmayı göstererek aslında ilk 3 veya 13'e girebilecek bir bağlamı yakaladığımı düşünüyordum. Ancak malesef 500 kişinin katıldığı yarışmada yeterli başarıyı elde edemedim. Bu yüzden her zamanki gibi geriye paylaşılmayı hakkeden alan olarak blogumu tercih ediyorum.